SON YAYINLAR

TV İZLE

tv

21 Nisan 2015 Salı

tv


Grup SAHRA Cürmüm ile Geldim Sana Dost TV... paylaşan: grupsahra

İLETİŞİM

İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ E-POSTA:islamderyasi1547@gmail.com---kasimdeprem@gmail.com---kazadiya1547@gmail.com TLF:0542 688 89 47

MÜSLÜMAN COĞRAFYASI

İslam ülkeleri, nüfusun yarıdan fazlasının Müslüman olduğu ülkeler, İslam'ın resmi din olduğu ülkeler ya da en yaygın dinin İslam olduğu ülkeleri tanımlar. Bayraklarında genellikle hilal ve yıldız figürü bulunur. Bugün İslam ülkelerinin tek çatı altında toplandığı tek uluslararası kurum İslam Konferansı Örgütü'dür.

17 Nisan 2015 Cuma

En Kolay Sadaka Tebessüm

Tebessüm Sadakadır
Peygamberimizin şemailini anlatan sahabeleri, onun yaratılıştan güleç yüzlü olduğunu özellikle vurgularlar.

Kişinin Müslüman kardeşine tebessüm etmesi, güler yüz göstermesi ‘niçin sadaka sayılsın ve hangi özelliği sebebiyle sadaka sayılan değerlerin önüne alınmış olsun?’ gibi sorular akla gelebilir. Sahabe-i kiramın önde gelenlerinden, daha çok züht ve takvada örnekliğiyle bilinen Ebu Zer (r.a.)’in naklettiğine göre, Peygamber Efendimiz bir keresinde sadaka diye nitelediği hasletleri ve değerleri sıralamış: “Kardeşinin yüzüne tebessüm etmen, ona güleç yüzle bakman senin için sadakadır…” (Tirmizi, Birr ve’s-sıla 36.) buyurarak, tebessümü, güler yüzlü olmayı onların en başına almıştır. Sadaka sayılan diğerleri iyilikleri emretme, kötülüklerden sakındırma, yolunu kaybedene yol gösterme, yoldan geçenlere eziyet veren taşı, dikeni, hayvan iskeletini yoldan kaldırma, kardeşinin boş kovasına kendi kovasındaki suyu dolduruverme gibi güzelliklerdir. Bir tebessüm, güler yüz gösterme, bazıları- mız için kolay görülebilir.

Oysa dikkatli ve sorgulayıcı bir gözle çevremize baktığımızda, yüzünde tebessüm eseri görmediğimiz birçok insanla karşılaşırız. Hayata ve her doğan yeni güne yepyeni bir ümit ve heyecanla başlayabilmenin ilk göstergesi bir tebessüm, bir güler yüz ise bunu kendimizin ne kadar başardığımıza ve çevremizdekilerin ne ölçüde başarılı olduğuna bakalım. O zaman Peygamberimizin bu sözündeki derin hikmeti ve büyük önemi anlayıp kavrayabiliriz. Başta kendi nefsimizle olmak üzere, insanlarla ve dışımızdaki varlık âlemiyle ilişkilerimizin ilk belirtisi, yansıması yüzümüzde ifadesini bulur. Hemcinslerimizle karşılaşıp birbirimize bakınca, başka bir şeye ihtiyaç duymaksızın âdeta okuyup anlamlandırdığımız organımız yüzümüz, yüzümüzü daha anlamlı kılan ise gözlerimizdir.

Yüz ifadeleri birçok şeyi anlama ve anlamlandırmayı sağlar; gözlerde ise bunları hem en belirgin şekilde görebilir hem görülene şahitlik ederiz. Henüz çok küçük bir bebek bile kendisine bakanın yüzündeki sevgi ve sevgisizliği hisseder, yani okuyabilir. Tebessüme tebessümle karşılık verir. Buradan hareketle, bir aile yuvasında eşlerin birbirine, anne babanın çocuklarına, çocukların anne babalarına tebessüm etmesi ve güler yüz göstermesinin ne kadar değerli ve huzur verici olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde komşunun komşuya, bir yöneticinin yönettiklerine, patronun çalışanlarına göstereceği güler yüz bütün günün sevinç, mutluluk ve verim içinde geçmesini sağlayıcı bir özellik taşıyabilir. Şu dörtlük, duygularımızı ifadeye yardımcı olabilir:

Kardeşinin yüzüne tebessüm etmen, ona güleç yüzle bakman senin için sadakadır…


tebessüm ve sadaka“Acımasız sözle gönül yıkmadan, Ruhu incitmeyip canı yakmadan, Kimseye kem gözle hain bakmadan, Ne güzel bir yüze tebessüm olmak.” Birbirine tebessüm edebilen, güler yüz gösterebilen, aralarındaki iletişim ağları sağlam ve sağlıklı olan insanlardan oluşan bir toplumun mutluluğunu, hayata tutunma gücünü ve bu sayede ulaşacağı başarıyı düşü- nünce, bunların önemini daha iyi anlamak mümkün olabilir. Her birimiz, her gün çeşitli vesilelerle ve zorunlu olarak birçok insanla muhatap oluruz.

Onlara göstereceğimiz güler yüz, onların bizi tebessümle karşılaması ruhumuzu okşar ve dostluklarımızı pekiştirir. Konfüçyüs’ün: “Tebessümü bilmeyen esnaflık yapmamalı” sözü de hayatın bir başka gerçeğinin ifadesidir. Tıpkı tebessüm gibi hadislerde sadaka olduğu belirtilen davranışların her biri, hikmeti üzerinde durulmaya değer özelliklerdir. Peygamberimiz, güzel sözün sadaka olduğunu bildirir. (Buhârî, Edeb 34; Müslim, Zekât 56.) Yine hadislerden öğrendiğimize göre, tesbih (sübhânallah demek), hamt (elhamdülillah demek), tehlil (lâ ilâhe illallah demek), tekbir (Allahü ekber demek), iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak sadakadır. (Müslim, Müsâfirîn 84; Zekât 56; Ebu Davud, Tetavvu 12; Edeb 160.) Sadaka olduğu belirtilen başka nitelikler de vardır. Oysa sadaka dediğimiz zaman, bizim zihnimizde oluşan anlam ve gündelik hayatta birçok insanın fiilen gerçekleştirdiği eylem, bir fakire, bir yoksula, bir düşküne herhangi bir karşılık beklemeksizin Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla dünyalık, yani maddi değeri olan bir şeyler vermektir. Gerçi dinî bir terim olarak sadaka her türlü yardımı, bağışı ve zekâtı da kapsayı- cı bir anlam içerir.

Peygamberimizin hadislerinde sadaka olarak sayılanlar; bizlerin, Müslüman bireylerin dünyasına yepyeni ve bambaşka ufuklar açmakta ve sadaka aynı zamanda manevi ve ahlaki dünyamıza ku- şatıcı bir anlam kazandırmış olmaktadır. Kişinin malından, mülkünden, parasından kısaca maddi varlığından bir şeyleri başkasına kar- şılıksız verebilmesinin, bazıları için ne kadar güç olduğunu tahmin etmemiz zor olmasa gerektir. Ama bunu gerçekleştirebilen ve içinde yaşadığı topluma, insanlık ailesine katkı sunan pek çok iyilik ehli insanın bulunduğu da bir vakıadır. Hadislerde sayılanları yapabilmek de, en az bu birinci anlamdaki sadakayı gerçekleştirmek kadar zordur. Çünkü hadisimizde sayılanlar, öncelikle insanlıkta ve tabii Müslümanlıkta belli ve belirgin bir mertebe kazanmış olmayı gerektirir.

Tebessüm - Şems-i Tebrizi
Peygamberimizin yüzünden tebessümün hiç eksik olmadığını, sahabelerin anlatımlarından öğreniyoruz. Esasen Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.s) emir ve tavsiye ettiği şeyi, öncelikle kendi hayatında uygular ve herkese göstererek örneklik sergilerdi. Sahabe-i kiramdan Abdullah b. el-Hâris: “Tebessümü, Resulüllah (s.a.s)’dan daha çok olan, onun kadar güleç yüzlü bir kimseyi daha görmedim” der. Aynı sahabi, Peygamberimizin gülmesinin tebessümden ibaret olduğunu söyler. (Tirmizi, Menâkıb 10; Müsned, IV, 190,191.) Efendimizin kahkaha ile gülmediğini, onun gülmesinin tebessümden ibaret olduğunu, sevgili eşleri başta olmak üzere, ifade eden birçok sahabe vardır. Müminlerin annesi Hz. Aişe: “Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem’in küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim, o sadece tebessüm ederdi” der. (Buhârî, Edeb 68; Müslim, İstiskâ 16.) Böylelikle ve bu rivayetler ışığında kahkahanın, gülmenin, gülümsemenin, tebessümün farklı şeyler olduğunu da anlamış olmaktayız. İslam geleneğinde, başkalarının dikkatini çekecek veya insanları rahatsız edecek ya da sahibinin kınanmasına sebep olacak şekilde kahkaha atmanın vakara aykırı olduğu kabul edilir.

Oysa buna karşılık, gülme ve gülebilme bir sağlık göstergesi sayılır. Gülmeyi, gülümsemeyi bilen tek canlı insandır. Peygamberimizin şemailini anlatan sahabeleri, onun yaratılıştan güleç yüzlü olduğunu özellikle vurgularlar. Tebessümün, gülümsemenin onun mübarek yüzünden hiç eksik olmadığını naklederler. En sıkıntılı anlarında bile yanındakilerin içlerini karartacak bir tavır sergilemedikleri anlatılır. Bu kadar önemli olan tebessümün, gülümsemenin birçok çeşitlerinden bahsedilir: Hayal edilen şeyden dolayı gülümseme, sorgulu gülümseme, hoşlanmadan doğan gülümseme, sevinç gülümsemesi, mutluluk gülümsemesi, bıyık altı gülme bunlar arasındadır. Bu çeşitlerin her birine edebiyatımızın tüm türlerinde rastlarız. Biz sözlerimizi güzel bir dörtlükle bitirelim: “Güler yüzlü davranmak insana has bir haslet, Tebessüm sadakadır, esirgeme sen onu, Sermayeye gerek yok, parasız bir ibadet, Tebessüm sadakadır, esirgeme sen onu.”

16 Nisan 2015 Perşembe

Haydi Bir İnşirah, Ferahlık...

Kuran Kursuİnsanın duyguları, düşünceleri ve davranışları uyum içerisinde olduğunda iç başarısını sağlamış olur. İç başarısını sağlayabilen insan kendini hafif hisseder, huzurlu ve mutludur.

Sabahları derse başlamadan önce bir Ayetü’lkürsi ve İnşirah suresi okumak âdeta günü selamlamak adına alışkanlık hâline gelmiş- ti. İnşirah suresini okuduktan sonra mealini de kısaca söylüyordum. Kursiyerlerin birbirlerine kısaca hâl hatır sorduktan sonra, “Hocam haydi bir İnşirah” demeleri derse hazırız anlamına geliyordu ve benim çok hoşuma gidiyordu.

Yine bir sabah İnşirah suresini okumuş, Allah’a hamd etmiş, Peygamber Efendimiz’e salat ve selamlarımızı göndermiştik… Otuz yıllık memuriyetin ardından en yakınlarını kaybeden ama öğrenmeye dair hırsını hiç kaybetmemiş olan yetmiş dört yaşındaki Kur’an talibi teyzemiz: ‘Hocam bir soru sorabilir miyim?’ dedi. - Bu sure Peygamberimize peygamberliğin ilk yıllarında vahyolunmuş. O yıllarda Peygamberimize, peygamberlik görevi verilerek sorumluluk yüklenmiş hem de çok sıkıntılar çekmiş. Allah (c.c.) niçin sırtından belini büken yükünü kaldırdık, gönlüne ferahlık verdik diyor ben bir türlü anlayamıyorum.

Bana peygamberimizin yükü daha da artmış gibi geliyor. Soru gerçekten çok güzeldi, öğrencilerin sorularına cevap vermek amaçlı oluşan karşılıklı sohbet çok faydalı oluyordu. Sınıfa, “Ne dersiniz, bu soruya cevap vermek isteyen var mı?” diyerek dikkatlerini çekmeye çalıştım. Bütün sınıf ellerindeki meali tekrar okudular sonra onlar da "neden" demeye başladılar. Onlara Hz. Musa’nın duasını hatırlattım.

Birlikte bu duayı okuduk: “Rabbim göğsümü genişlet ve işimi kolaylaştır.” Hz. Musa’nın bu duayı niçin yapmış olabileceğini düşündük. Hz. Musa’nın istediği ama Peygamberimize verilen İnşirah’ın ve kaldırılan yükün ne olabileceğini konuştuk. Sonra, “Siz göğsünüzü ne zaman genişlemiş ve ferahlamış hissedersiniz?” diye sordum. En yaşlı teyzemiz yine söz aldı: - Hocam ben iyi işler yaptığımda, insanlar arasında doğru davrandığımda göğsüm nefes alıyor, rahatlıyorum, o zaman namazlarımı bile daha huzurlu kılıyor, mutlu oluyorum, kendimi hafiflemiş hissediyorum, dedi. Diğer kursiyerler de buna yakın örneklerle konuya katıldılar.

Ben de konuya şu şekilde açıklık getirmeye çalıştım. İnsanın duyguları, düşünceleri ve davranış- ları uyum içerisinde olduğunda iç başarısını sağlamış olur. İç başarısını sağlayabilen insan kendini hafif hisseder, huzurlu ve mutludur. Karşılaştığı olumsuz ve sıkıntılı olaylar onu yormaz, çünkü eylemlerinde iç dünyası ile çelişki yaşamaz. Yaşadığı sıkıntılı olaylara en doğru çözümleri üretir, bazen sı- kıntılarından bile haz alır.

Yunus’un, ‘Derdim bana derman imiş’ dediği gibi. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) peygamber olmadan önce hissettiklerini ve düşündüklerini bir türlü eyleme geçiremiyordu, sıkıntı içerisindeydi, kavminin yanlış yola gittiğini fark etmişti ama doğru yolun ne olduğunu bilmiyordu, o yüzden Hira dağına çıkıp günlerce tefekkür ediyordu. Yüce Allah gönderdiği vahiyle Peygamber Efendimiz’in duygu ve düşüncelerini eyleme dönüştürmesine izin verdi, ona doğru yolun ne olduğunu öğretti.

İşte bu yüzden, “Biz sana vahyi göndermekle belini büken yükünü kaldırdık.” buyruldu. Peygamberimiz bu yüzden zorluklardan yılmadı, zor zamanlarında bile şikâyet etmedi. Çünkü vahiy özünde, fıtratında var olanı açığa çıkarmasına yardımcı oldu.

Günümüzde insanlığın yaşadığı bunalımın sebebi de, özünden uzak ya da özüne aykırı davranışlarda bulunmasındandır. Bizler de, vahyin rehberliğinde yol aldıkça fıtratımıza, özümüze yabancılaşmamış oluruz. En ağır yük kendimizle yaşadığımız çelişkilerdir… Yetmiş dört yaşındaki sevimli teyzemiz: “Hocam şimdi anladım; bizler de Kur’an’la yaşarsak içimizle barışmış oluruz, hafifleriz.” dedi. Sonra Kur’an’ı göğsüne aldı, “Benim canım Kur’an’ım! Keşke seni daha erken bulsaydım da göğsüm hep inşirah dolsaydı.” diyerek ağlamaya başladı. Bir diğer kursiyer, “Bundan sonra İnşirah suresini düşünmeden hiçbir iş yapmayacağım.” diyerek katıldı. Bu verimli sohbetin ardından yine bir İnşirah diyerek derse başladık.

Mükerrem Üçkan Hz. Hacer Kur’an Kursu / Bandırma 

İki Devirde Bir Din Adamı (Kitap Tanıtımı)

diyanet kitap
Biyografi kitapları bizlere sadece tarihî şahsiyetlerin hayatlarını anlatmaz, aynı zamanda o dönemde gerçekleşen tarihî olaylara da ışık tutar. Bir devletin işgal edilip varlık savaşı verdiği bir devir, yeni bir devletin doğum sancılarının yaşandığı bir başka devir ve bir din adamı. “İki Devirde Bir Din Adamı” isimli eser Mehmet Rifat Efendi’nin şahsında sözü edilen iki dönemin arka planına ışık tutmaktadır.

Abdurrahman Kaplan tarafından kaleme alınan “İki Devirde Bir Din Adamı” isimli kitabın birinci bölümünde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kurulması ve faaliyetleri, İstanbul Hükûmeti ile karşılıklı verilen fetva mücadelesi, Mehmet Rifat Efendi’nin hayatı ve TBMM’nin 1. Dönem milletvekilliği ele alınmaktadır.

Mehmet Rifat Efendi’nin Diyanet İşleri Reisliği döneminde yürüttüğü faaliyetler üçüncü bölümde yer almaktadır. Bu bölümde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı ismi konusunda mecliste yürütülen müzakereler, Başkanlığın kuruluşu ve kurumsallaşması, 1924 ve 1941 yılları arasında Başkanlığın teşkilat yapısında gerçekleştirilen değişiklikler gibi başlıklar özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev yapan okurların ilgisini çekecektir. Kitapta, dönem dönem gündemi meşgul eden Türkçe ibadet, ezan, sala ve tekbirin Türkçeleştirilmesi konularının tarihî arka planını, tartışmanın taraflarının argümanlarını ve Mehmet Rifat Efendi’nin sözü edilen konulara yaklaşımını İki Devirde Bir Din Adamı göreceğiz.

 Din görevlilerinin dikkatini çekebilecek bir diğer husus ise eserde Mehmet Rifat Efendi’nin döneminde irat edilen hutbelerden örnekler bulunmasıdır. Eserin sonunda Osmanlıca asılları da yer alan hutbelerde dönemin sosyolojik yapısının izdüşümünü görmek mümkündür.

 “İki Devirde Bir Din Adamı” isimli eser, tarihî belge ve fotoğraflarla Millî Mücadele dönemi ve Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine çalışmalar yapan araştırmacılar için başvuru kaynağı olabilecek bir nitelik taşımaktadır. (İki Devirde Bir Din Adamı, Mehmet Rıfat Börekçi, Abdurrahman Kaplan, Ankara 2011, 331 s.)

15 Nisan 2015 Çarşamba

Ölüm: Kaçınılmaz Hakikat

Ölüm - Hakikat
Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok edeni (yani ölümü) çok hatırlayın.” (Tirmizi, Zühd, 4.)

Hayat hızla akmaya devam ediyor. Herkesin günlük telaşeleri, gelecekle ilgili planları, beklentileri var. Sürekli bir koşturmaca hâlindeyiz. Zaman acımasız, zamanın nasıl geçtiğini anlamak ise imkânsız. Geçen her saniye, her dakika bizi biraz daha yaşlandırıyor. Her an ona bir adım daha yaklaşıyoruz fakat unutuyoruz. Belki de nefes aldığımız her defa aklımıza getirmemiz gerekir onu. Saatler sonra uykudan uyandığımızda düşünmeliyiz belki bir an. Ya hiç beklemediğimiz anda kesilirse nefesimiz? Uyumak üzere kapattığımız gözlerimizi bir daha hiç açamazsak? Hayatımızdaki en kıymetli varlığı; annemizi, babamızı, eşimizi, gözümüzden sakındığımız evladımızı ya da en iyi dostumuzu hiç beklemediğimiz bir anda kaybedersek? Ne kendimize ne de sevdiğimiz insanlara onu yakıştıramıyoruz bir türlü. 

Onun adı anıldığında çoğumuzun tüyleri diken diken oluyor, bakışlarımız donuklaşıyor, rengimiz soluyor. Ölümün her an kapımızı çalacağını aklımızdan bile geçirmiyoruz. Ashaptan bazıları bir gün Rasulüllah’ın mescidinde oturmuş gülüşüyorlardı. O esnada Hz. Peygamber içeri girdi. Gülüşmelerini görünce şöyle nasihatte bulunma ihtiyacı hissetti: “Aslında sizler ölümü çok sık hatırlamış olsaydınız şu gördüğüm vaziyette olmazdınız. Öyleyse lezzetleri yok edeni (yani ölümü) çok hatırlayın.” (Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 26; Zühd, 4.) Allah Rasulü’nün hatırlattığı üzere ölüm ağız tadını kaçıran bir gerçektir. Hatta insanın dünyadaki serüvenine dikkatle baktığımızda bu hayatta tek hakikat varsa o da ölümdür. Dünyaya gelen her canlı muhakkak ölümü tadacaktır. (Âli İmran, 3/185; Enbiya, 21/35.) İnsan nerede olursa olsun, ne kadar kaçarsa kaçsın, ne kadar çare ararsa arasın nafile… Ölüm herkese ulaşacaktır. (Nisa, 4/78; Cum’a, 62/8; Kıyame, 75/26-30.)

Bununla birlikte maddiyatın hükmü altına girdiğimiz günümüzde geleceğe dair bitmek bilmeyen emellerimiz uğrunda çabalarken ölümü aklımızın ucundan dahi geçirmiyor, yaratılış amacımızı unutuyoruz. Hatta öylesine bir gaflet içindeyiz ki her gün haber bültenlerinde karşılaştığımız ölüm olaylarını bile sıradan karşılıyor, aldırış etmiyoruz. Açlık, hastalık, kaza ve savaşlar nedeniyle nice insanlar hayatını kaybediyor. Çocukyetişkin, kadın-erkek, hasta-sağlıklı, güçlü-zayıf demeden ölüm herkesi buluyor. Zamanı asla bilinmeyen, kim olursa olsun herkes için kaçınılmaz bir gerçek olan ölümden ürküyoruz ve onu unutmak istiyoruz. Kimimiz korkudan, kimimiz dünyanın aldatıcı nimetlerine kapılıp gittiğinden, kimimiz de onu bir yok oluş saydığından… Yüce Allah hayatı da ölümü de dünyada kimin daha güzel ameller işleyeceğini sınamak için takdir etmiş (Mülk, 67/2.) ve kullarını ölüm gelinceye dek kendine ibadetle sorumlu tutmuştur. (Hicr, 15/99.) 

OSmanlılar, ecdad, ölüm, hatırlatma
Dolayısıyla insanın dünyaya geliş amacını unutmaması, hayatını istikamet üzere devam ettirerek ahiretini kazanabilmesi için ölümü hatırından çıkarmaması gerekir. Hz. Peygamber dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi olunmasını tavsiye etmiş, (Buhari, Rikâk, 3.) ölüm ansızın gelmeden iyi işler yapmak için acele edilmesini istemiştir. (Tirmizi, Zühd, 3.) Âhireti hatırlatması hasebiyle kabirlerin ziyaret edilmesine izin vermiştir. (Tirmizi, Cenaiz, 60.) Müminlerin en akıllısının ölümü en çok hatırlayanlar ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananlar olduğunu belirtmiş, (İbn Mace, Zühd, 31.) gaflete dalan, gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan, azıp haddi aşan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini unutan kimsenin ise ne kadar bedbaht bir kul oldu- ğuna dikkat çekmiştir. (Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 17.)

Osmanlılar zamanında ecdadımız da peygamberimizin ölümü hatırda tutmakla ilgili hadislerini göz önünde bulundurmuş olmalılar ki, mezarlıklar için şehrin en güzel yerlerini, herkesin gelip geçtiği, kolayca görebileceği alanları tercih etmişlerdir. Böylece ölümün korkulacak bir şey olmayıp aksine hayatla iç içe ve hayatı anlamlandıran yönünü ön plana çıkarmak istemişlerdir. Zira ölüm bir yok oluş değil, bizi bizden daha çok seven ve gözeten Rabbimize kavuşmanın ilk adımıdır. İmtihan dünyasının sonu olmakla birlikte ahiretteki sonsuz hayatımızın başlangıcıdır. Bize nereden gelip nereye gittiğimizi hatırlatan en güzel nasihatçidir. 

Dünyaya gelen her insan kendisine takdir edilen ömrü yaşayacak ve sonunda mutlaka ölecektir. Bu süre zarfında önemli olan, istikametimizi şaşırmadan Allah’a layık bir kul olabilmektir. Bunu başarabildiğimiz takdirde ölümden korkmamızı ve ölüm düşüncesini ötelememizi gerektirecek hiçbir sebep kalmaz. Artık ölümün anlamını kavramışız demektir. Biliriz ki Rabbimiz bizden hoşnut biz de Rabbimizden hoşnut bir şekilde O’na döneceğiz. Fakat dünyanın aldatıcılığına kapılıp geçici zevkler peşinde bir ömür tüketirsek ölümle yüzleşmekten korkar, hatta onu hatırlamak bile istemeyiz. 

Bu durumda ise ölümün anlamını yitirmiş ve Rabbimizin huzuruna hazırlıksız bir şekilde çıkacağız demektir. Dünyada ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olmamak için ölümü her zaman hatırımızda tutmalı, ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlanmalı ve Yüce Allah’tan hayatın da ölümün de hayırlısını niyaz etmeliyiz. 

Hz. Osman (r.a) İki Nur Sahibi Hayırlı Eş

Hayırlı Eş
İslam’a gönül veren Mekkelilerin vatanlarını terk etmelerinin üzerinden iki yıl geçer. Aylardan Ramazan… Yer Bedir… Mekke ile Medine arasında, kervan yollarının kesiştiği yerde bulunan bu küçük kasaba, bugün kıran kırana bir mücadeleye sahne oluyor. Küfrün azılı önderleri, İslam’ın kökünü kazımak için seferber olmuş, tam teçhizatlı heybetli bir ordu hazırlamışlar. Kin ve nefret hisleriyle dolu yürekleri, kibirli duruşlarıyla, bir zamanlar yan yana yürürken “Müslüman” oldukları için düşman kesildikleri kardeşlerine meydan okuyorlar. Sayıları çok daha az olan iman erleri ise “Haydi kalkın! Genişliği göklerle yeryüzü kadar olan cennete!” (Müslim, İmâre, 145.) diyen Rasulûllah’ın öncülüğünde onları korkusuzca karşılıyor. Yüce kitabında “Furkan Günü” olarak anıyor Rabbimiz bugünü. (Enfâl, 8/41.) Çünkü bugün, hak ile bâtıl birbirinden ayrılıyor. Müminler tek vücut olmuşken Allah Teala da üç bin meleğini yardıma göndererek (Âl-i İmrân, 3/124.) onlara şöyle buyuruyor: “Ben de sizinle beraberim. Haydi, iman edenlere destek olun!” (Enfâl, 8/12.) Vazifeli olduğu için Medine’de bırakılan birkaç mümin var ki onların da yürekleri burada çarpmakta. Onlardan biri, Allah Rasulü’nün damadı Osman b. Affân: Aşina olduğumuz ismiyle, Hz. Osman. 

Bedir’de savaş tüm hızıyla sürerken Hz. Osman, sevgili eşi Rukiyye’nin başında bekliyor. Bir yandan savaşa katılamamanın buruklu- ğunu duyarken bir yandan da nice zorlukları birlikte aştığı sevgili eşini kızamık hastalığının pençesinden kurtaramamanın üzüntüsünü yaşıyor. Önceleri Ebu Leheb’in oğlu Utbe ile nişanlı olan Rukiyye, İslam’ın aydınlığında kendisine hayat arkadaşı, can yoldaşı olmuştu. Hz. Osman, Müslümanların ilk yıllarda çektiği sıkıntıları onunla birlikte göğüslemiş, Rasulûllah’ın tavsiyesi üzerine onunla Habeşistan’a göç etmişti. Gurbetin yükünü onunla birlikte çekmiş, vatanlarına döndükten sonra yine el ele verip Medine’ye hicret etmişlerdi. Rukiyye’den “Abdullah” adında bir oğlu olmuştu Hz. Osman’ın, Ebu Abdullah künyesiyle anılır olmuştu. Ve işte şimdi henüz yirmi iki yaşlarında olan biricik eşini yalnız başına ebedî âleme uğurluyordu. Rasulûllah henüz

Sakin bir kişiliğe sahip olan Hz. Osman, Allah Rasulü’nün ifadesiyle “kendisinden meleklerin bile utanıp çekindiği” (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 26.) hayâ timsali, güzel ahlakıyla meşhur bir mümindi. 

Bedir’den dönmemişti. Bu yüzden Hz. Osman, onun emaneti olan sevgili eşinin cenaze namazını kendisi kıldırdı. Zafer müjdesini getiren haberciler geldiğinde Baki Mezarlı- ğı’nda defin işlemleri devam etmekteydi. Kızının cenazesine yetişemeyen Allah Rasulü, gitmeden önce “Sana, Bedir Sava- şı’na katılmış bir gazinin sevabı ve ganimet payı vardır” diyerek ona bakmakla görevlendirdiği (Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-nebî, 7.) damadı Hz. Osman’ı Bedir’e katılanlardan saydı ve ona ganimetten hisse verdi. Eşinin vefatıyla mahzun olan Hz. Osman’ın ise bambaşka bir üzüntüsü vardı: Rukiyye’nin vefatıyla hayat yoldaşını kaybetmekle kalmıyor Rasulûllah ile olan akrabalığı da sona eriyordu.

Sakin bir kişiliğe sahip olan Hz. Osman, Allah Rasulü’nün ifadesiyle “kendisinden meleklerin bile utanıp çekindiği” (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 26.) hayâ timsali, güzel ahlakıyla meşhur bir mümindi. Müminler için ne zaman bir yardım çağrısı yapılsa en büyük maddi yardımı yapmaktan geri durmazdı. Rabbinin kendisine bahşettiği serveti O’nun yolunda harcamaktan memnuniyet duyar, böylece O’nun rızasına erişmekten başka gaye duymazdı. Onun yüzünü güldürecek haber de bizzat Rabbinden geldi. Bir gün mescidin kapı- sında karşılaştığı Hz. Peygamber, kendisine şu müjdeyi verdi: “Ya Osman! Bu, Cebrail’dir. Kızım Rukiyye’nin mehri kadar mehir karşılığında, onunla yaptığın hayat arkadaşlığı gibi bir arkadaşlık yapmak üzere, Allah’ın (kızım) Ümmü Gülsüm’ün nikâhını sana kıydığını bana haber verdi.” (İbn Mâce, Sünne, 11/3.) Böylece Rasulûllah’ın iki kızıyla evlenme bahtiyarlığına eren Hz. Osman, diğer bütün üstün meziyetlerinin yanı sıra “Zünnûreyn” yani “İki nur sahibi” lakabıyla şöhret buldu ve hayırlı bir eş olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı. Öyle ki ikinci eşi Ümmü Gülsüm’ün vefatından sonra Hz. Peygamber, “Üçüncü bir kızım olsa onu da seninle evlendirirdim.” (Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, I, 178.) sözleriyle onu teselli edip kızlarına eş olmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Elif ERDEM Diyanet İşleri Uzmanı

14 Nisan 2015 Salı

Çocuklara Allah'ın İsimlerini Koymak Günah mıdır?

bebek, islam, islami, isim, ad
Yeni doğan bebeklerine Allah'ın güzel isimlerini koymak isteyen anna babaların aklına çocuklara Allah'ın isimlerini koymak günah mı? Çocuklara Allah'ın isimleri verilebilir mi? soruları gelebilir.

Bu konu hakkında Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı Dini Soruları Cevaplandırma Platformu " Çocuklara Allah’ın isimleri koymak güna mıdır? Bu isimler çocuklara verilebilir mi? " sorusuna şu şekilde açıklama yapmaktadır. 

"Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (sas), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağırılacağını belirterek, 'Çocuklarınıza güzel isim koyunuz.' buyurmuştur. Çocuklara Allah’ın isimlerini vermeye gelince, hemen belirtmek gerekir ki Allah’a has isimler çocuklara verilmemelidir. Şayet çocuklara ilahî isimler verilecekse başına, 'kul' anlamına gelen 'abd' kelimesi eklenmelidir. Abdullah, Abdurrahman, Abdurrahim, Abdulkadir, Abdüllatif gibi." şeklinde bu soruyu yanıtladı.

Çarpıtılan Cihat Anlayışı

cihat, islam, islami, dini
“Allah uğrunda hakkını vererek cihad edin.” (Hac, 22-78.)

Kur’an ve sünnetin önemli terimlerinden biri olan cihat, son yılların tartışmalı ve netameli kelimelerinden biri hâline gelmiştir. Bu durum, konunun anlaşılmaz, çetrefil, usul ilminin ifadeleriyle, mücmel ve müphem olmasından kaynaklanmıyor. Aksine terim, Kur’an’ın en açık konularından birini ele almaktadır.

Bugün bu terimi kullanmaktan Müslümanlar dahi çekinir olmuşlardır. Çünkü terimin etrafında olumsuz bir anlam dünyası oluşmuş- tur. Artık cihat kelimesi, bombaları, cesetleri, masum insanların vahşice öldürülmesini çağrıştırıyor. Ne yazık ki, böyle bir durumla karşı karşıyayız. Evet, Allah yolunda fedakârlığı ifade eden cihat kelimesinin parlak yüzü bugün kirletilmiştir. Cehaletin, bencilliğin, taassubun ve şiddetin çirkin dünyası bu kelimeye bulaştırılmıştır. Müslümanların birbirine karşı silahlı mücadeleleri bununla ifade edilir olmuştur. Bu, terimin İslami literatürdeki kullanımından tam bir sapmayı göstermektedir. 

Müslümanlar arasındaki şiddetten, ne yazık ki, bu terimin anlamı da nasibini almıştır. Batılılar İslam’ı hep ‘kılıç dini’ olarak tanıtmışlardır. Asırlardır bu temayı işlemektedirler. Bugün de bunun bir devamı olarak islamofobi kavramını kullanmaktadırlar. Birtakım örgüt ve gruplar da, akıl almaz tutumlarıyla bunları destekler bir tavır içerisine girmişlerdir.

Oysa bu dini gönderen Allah Teala, kendisini sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olarak bizlere tanıtmaktadır. O’nun kelamı Kur’an’ın da en bariz özelliği, rahmet ve şifa kaynağı oluşudur. Doğal olarak onun elçisi de bu vasıftan yoksun olamazdı. Nitekim Allah Rasulü’nün de âlemlere rahmet olarak gönderildiği bizlere bildirilir. 

Dolayısıyla İslam’ın ‘korku’, ‘şiddet’ ve ‘terör’le anılması, bu dine yapılabilecek en büyük iftiradır.Masum insanlara bomba yağdırmanın, onları hunharca öldürmenin cihatla ne alakası olabilir? Aslında cihat, İslam’ın rahmet ve güzelliği ile insanların tanışması değil mi? Ama yaşanan bu müessif hadiseler, insanların İslam’la tanışmaları şöyle dursun, ondan uzaklaşmalarına sebep olmaktadır.Cihat, İslam’la insanlar arasında köprüler kurmanın metodudur. Ancak meydana gelen yürek yaralayıcı olaylar, bu köprüleri yakmakta ve yıkmaktadır. 

Cihat, hakikate susamış gönülleri rahmet dinine açma yöntemidir. Yine cihat, i’lay-ı kelimetullah yani Allah isminin yücelmesi, O’nun dininin yükselmesidir. Ama bu gelişmeler, insanlık nazarında İslam’ın itibar kaybetmesine sebep olmaktadır. Cihat İslam’ın lokomotifi mesabesindedir. Bu din, çağlar sonrasına, kıtalar ötesine cihat sayesine ulaşmıştır. Bu sebeple onun geleceğe yürüyüşü dün olduğu gibi bugün de cihatla mümkün olacaktır.

Bizim gelecekte insanlığa söyleyecek bir sözümüz olacaksa, bu cihatla mümkün olacaktır. Dolayısıyla cihadı bir tarafa koymak İslam’ın kolunu, kanadını budamak demektir. Yine bu, Müslümanların bastıkları dalı kesmeleri, kendilerini var eden ruhu, dinamizmi yok etmeleri demektir. Ashab-ı kiram, cihat ruhunu kavradığı için yollara revan oldu, ülke ülke, kıta kıta dolaştı. Sonraki Müslümanlar da onların yolundan gittiler.
islam dini evrenseldir

Böylece İslam Asya’ya, Afrika’ya, Uzak Doğu’ya ve diğer coğrafyalara ulaştı. Milyarlarca insan hidayete erdi, İslam’ın fazilet yolunu benimsedi. Asırlarca İslam coğrafyasının dini tevhit oldu. Putlara tapılmadı, kula kulluk edilmedi. İnsanlar tiranların, zalimlerin boyunduruğundan kurtuldu. Hakkı, adaleti ve fazileti hayatın gayesi gördüler. İşte bütün bunlar cihat sayesinde olmuştur. Cihadın gayesi, hakkı üstün tutmak ve hâkim kılmak için gayret göstermektir.

Bunun çeşitli yolları vardır. Öncelikle cihadın sadece savaştan ibaret olmadığını belirtmek gerekir. İlgili ayet ve hadisler birlikte değerlendirildiğinde, bu terimin, nefisle mücadele etmek, Allah’a kulluk yapmak, İslam’ı tebliğ etmek, onun uygulanması için çalışmak gibi geniş bir muhtevası vardır. 

Diğer bir anlatımla terim kalp, dil, el gibi beşeri aksiyonun ortaya konulduğu her vasıtayla Allah yolunda gayret göstermeyi ifade etmektedir. (Ahmet Özel, “Cihad”, DİA, VII, 528.) İslam, hak ve hakikat davasını barış yoluyla ger- çekleştirmek ister. (Buhari, Cihat, 112.) Sırf din farklılığı sebebiyle diğer milletlere savaş ilan etmez. Ancak yeryüzünden savaş da hiçbir zaman eksik olmamıştır. Hele hak ve hakikat mücadelesinin düşmanları daima var olmuştur. 

Dolayısıyla İslam, savaşı arızi, geçici bir durum olarak görmüştür. Müslümanlar fiilî bir savaşa, saldırıya maruz kalırlarsa bu söz konusu olur. Hatta bu durumda kendi dinlerini vatanlarını korumak onlar üzerine farz olur. Cihadın gayesi, gayrimüslimlere İslam’ı ulaştırmak ve ondan haberdar olmalarını sağlamaktır. Ancak burada baskı söz konusu değildir. Tarihte de Müslümanlar dini böyle anlayıp uygulamamışlardır. Çünkü din, ancak insanın kendi irade ve tercihiyle kabul edilir. Baskıyla insanlar ancak dini kabul eder görünürler. Ancak Müslüman ve dindar olamazlar.

slam savaşla ilgili oldukça önemli bir düzenleme getirmiştir. O da, savaş ahlakıdır. Dolaysıyla savaş demek, düşmanla ilgili her şeyi mubah görmek, önüne geleni öldürmek, yakıp yıkmak asla değildir. Mesela savaşta aşırı gidilmez. (Bakara, 2/190.) Karşı taraf savaşı bıraktığında savaş sürdürülmez. (Enfal, 8/61.) Yine düşmanla yapılan anlaşmalara sadakatsizlik edilmez. (Tevbe, 9/7.)

Geçen asırlarda uluslararası ilişkilerde maddi kuvvet ve savaşta galibiyet, üstünlük sebebiydi. Ancak günümüzde ekonomi ve kültür alanlarında güçlü olmak da son derece önemli bir hâle gelmiştir. Bilim, kültür, sanat, eğitim ve medya alanlarında önde giden topluluklar diğerlerine üstünlük sağlamaktadır. Toplumlar medya üzerinden birbirini vurmakta, kültürel yapılar ve manevi dinamikler bu yolla çökertilmektedir.

Şu hâlde günümüz cihadında, ilmî ve kültürel faaliyetler öncelikli bir hâle gelmiş bulunmaktadır. Nitekim henüz savaşa izin verilmeyen Mekke döneminde cihatla ilgili ayetlerin gelmiş olması yine Müslümanların Kur’an’a dayanarak inanmayanlara karşı büyük mücadeleye çağrılmaları bu tespiti doğrulamaktadır. (Furkan, 25/52.) Geçen asırda Müslüman topluluklar topraklarını düşmanlardan temizleyebilmek için seferber olmuşlardır. Tarihlerinin en acı ve ıstıraplı dönemlerinden birini yaşamışlardır. 

Neticede, düşman istilasından topraklarını kurtarmayı başaran Müslümanların kültür istilası karşısında aynı başarıyı gösterdiklerini söylemek mümkün değildir. Müslümanlar açısından kültürel istila, onların topraklarını istila etmek kadar tehlikelidir. Çünkü bağımsızlık, manevi kimliği devam ettirmekle esas anlamını kazanır. Dolayısıyla bugün Müslümanların kendi nesillerini günah batağına saplanmaktan korumaları, en önemli görevleri hâline gelmiştir. Bu açıdan günümüzde cihadı bu açıdan ele almak ve değerlendirmek gerekmektedir.

Prof. Dr. İbrahim Hilmi KARSLI (Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi)

12 Nisan 2015 Pazar

Asr-ı Saadette İman, Müminler ve İman Tarihi

iman tarihi, mümin
Resulullah devrinde sahabenin sahip olduğu itikad esasları, bizlere, şüpheye mahal bırakmayacak derecede intikal etmiştir. Şöylece özetlemek mümkündür.

 1) Bu alemin, kemalin son noktasını ihraz edeli bir yapıcısı vardır. Bu yaratıcı kemal sıfatları ile muttasıftır.
2) O, peygamberler göndermiştir ki, Muhammed (A.S.) onlardandır ve o, Allah'tan haber verdiği şeyler hakkında sadıktır.
3) İkinci bir hayat, ahiret vardır. 

Sahabenin itikadi mevzularda tamamen itminan halinde bulundukları ve bu meseleler üzerinde inanç bozukluğundan neşet eden münakaşalara giriş­medikleri malumdur. ( 4) 

Peygamberlerin getirdikleri inanç esasları iman tarihinde bazı aşamalar kateder:

1) İlk aşama: bizzat peygamberlerin hayatlarında, onlara inananların devridir. Bu devirde müminler, Peygamberleriyle devamlı irtibat halinde bulunduklarından kalplerinde en küçük bir tereddüde mahal kalmaz, karşılaştıkları güçlükleri, zihinlerini kurcalayan meseleleri derhal Peygamber (A.S.) e açarlar, onun izah ve irşadlarıyla hemen kalbi rahatlığa ererlerdi. İşte bu devrin iman hayatı en yüksek seviyededir. (1). Çünkü Resulullah ilahi davetini yaparken; Kur'an-ı Kerim ayetlerini okurken onu dinlerler, kalplerinde onun getirdiği  kitaba iman, peygamberliğine karşı sarsılmaz bir güven hasıl olurdu. (2). Bu sebeptendir ki, vahye dayanmış olan bu itikad esaslarında akıl yürütmeye, cidale lüzum kalmamıştır. (3)

 İşte ·bu devirde inananlar «... Allah yolunda savaşırlar ve hiç bir kınayanın kınamasından çekinmezler ..» ( 4)

 İman onların bütün ruhlarını sarmış azimlerini çelikleştirmiştir. Artık Allah yolunda malları ile canları ile mücadele etmekten, imanları uğrunda seve seve ölmekten çikinmezler. İslam tarihinin iman bakımından bu altın çağı ve altın nesli sayısız örneklerle doludur. İnandıkları için müşriklerin akla gelmedik kınamalarına hatta işkencelerine maruz kalan, sonunda. şahadet mertebesine erişen zevatın hatıraları iman tarihi sayfalarında pırıl pırıl parlamaktadır.

Bu çağda ufak tefek fikir ayrılıkları hiç de mühim. neticeler doğurmamış, ruhi ayrılıklara sebep teşkil etmemiştir. Cereyan eden basit çaptaki münakaşalar sadece inancı kuvvetlendirmek, islami bilgisini ilerletmek ve dinin şeriat denilen fer'i meselelerini · halletmek gayesine bağlı. olmuştur. (5) Sahabe devri bu iman kuvvetiyledir ki peygamberin getirdiği hsuslarda vahiyden başka delile, burhana ihtiyaç hissetmemiş her şeyi büyük bir temiz kalplilikle kabul etmekte tereddüt etmemiştir. Zaten peygamberden alı­nan cevap ve direktiflere her müslümanın itaat etmesi de, tabii idi. (6) Rasulullah devrinde iman hayatının karakterini mutlak bir inkıyad ve teslimiyet hali süslüyordu.

Onlar Allah'a Kur'an'da bizzat C. Hak'ın kendisini tavsif ettiği gibi_ inanıyorlar, peygamberlerin izahı ile yetiniyorlar, ileride çok şiddetli münakaşalara yol açmış olan te'villere, teşbihlere, tekyiflere sapmı­yorlardı. (7)

Onlar müteşabih ayetler ve kader mevzularında da en muhafazakar tutumu tercih ediyorlar, Rasulullah'ın men ettiği fikir tartışmaları ve kur'an'ın yasakladığı yorumlardan kaçınıyorlardı. (8) Tekrar ederek şunu da söyliyelim ki, bu haleti ruhiyenin doğuşu ve bu seviyeye -yükselişinde Peygamberimizin bizzat hayatta oluşu, onun en güzel örnek (9) olarak karşılarında duruşu birinci derecede rol oynayan faktördür. Daha sonraları sistematik eserlerde izah edilmiş olan selef akaidi işte Resulullah ve Sahabe devri akidelerinin karakterini formül haline getirmektedir.

2) İkinci Aşama: Peygamberlerimizin Vefatı ile başlar. Artık o güzel örnek gözlerden uzaklaşmış, her çeşit müşkilatı bir· anda hallediveren manevi ilham ve vahiy kaynağı ile maddi irtibat kesilmiştir. İşte bu devrede iman zaafları, farklı unşurların da tahriki ile ortaya çıkar, ufak tefek münakaşalar başlar, Bırçıa karşılık Peygamberimiz (A.S.) ın bıraktığı dini mirası korumak, onu. yaymak ve tesbit. etmek için samimi inanmışlar arasında büyük gayretIere. dayanan faaliyetlere şahit oluruz. Nitekim Hz. peygamber (S.A.V.) in vefatından sonra·.da ·böyle -olmuştur. 

Kelam ilminin doğuşunu hazırlayan sebep ve hadiseler ufaktan başlayarak gittikçe büyür ve büyüdükçe ehemmiyet kazanan, hatta bazen silahlı çatışmalara kadar varan ihtilaflar, işte hep ilahi vahiy nurunu şahsında parıldatan sevgili Peygamberimizin irtihalinden sonra, gelişmiştir. İşin garibi, çok basit de olsa münakaşa istidadı gösteren bazı fikir ayrılıkları, daha Rasulullahın son demlerinden kendini göstermeye başlamıştır. (2)

Sonuç olarak; Resullah'ın son hastalığından itibaren başlayan ihtilaflar artık bu devirde köklü çatışmalar halini almış, islam alemine giren yabancı unsurların muzır faaliyetleri neticesinde adamakıllı ciddiyet kesbetmiştir. 

(1) · Prof. M. Tanci adı geçen eser s. 34 (2) İbn Hazın, el- Faslü fi'l-Milel ve'FEhvai ve'n-Nihal c. V. s. 19. (3) Dr. İrfan Abdülhamid; Dirasat fi'l-Fırak ve'l-Aki\idi'l-İslamiyye s. 124. (Mustafa Abdürrezzak'- tan naklen) (4) el-Maide, 54 (5) Dr. İrfan Abdülhamid, adı geçen eser s. 124 ve devamı (6) Abbas İkbal, Hanedan-ı Nevbahti IV. fasıl s. 25-26 Tahran 1311. (7) Daha geniş ·bilgi için bak, Ibn Teymiyye, Mecmuatü'r-Resai!i'I-Kübra 9. (risale) el-Akidetii.'J. Vasitiyye) (8) Dr. Kemal Işık, Mu'tezilenin Doğuşu s. 19, Ankara 1967 (9) el-Ahzap, 21
 

10 Nisan 2015 Cuma

Türbe, Yatır ve Kabir Yanında Kurban Kesmek Sevap mıdır ? Günah mıdır ?

kurban kesmek, adak adamak
"De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir." (En'âm sûresi, âyet 162)

Ayeti kerime de, Kurban olarak anlamlandırılan " nüsük" kelimesi, bazı müfessirlere göre ibadet olarak açıklanmıştır.

Konuma, her zaman iftiharla yad ettiğimiz, üstadımız, büyük şairimiz, iman insanı merhum Akif'in bir şiiri ile başlamak istiyorum. O müthiş insan, bir ömür boyu hurafe ile, şirkle, uyduruk şeylerle mücadele etmiş, vefatına kadar da bu kutsal yoldan bir milim ayrılmamış bir kahramandır!.. Kabri nur dolsun!..

"Ha bu din, iman, takva; inan ki hepsi yalan,
Sen onları kendine, taptırırsın vesselam!
Derdin davan sadece, hepsi nefsi saltanatın,
Şimdilik putu sensin, tapılan menfaatın!
Hey kukla kafalı adam, dinle sözümü tut,
Bunların dilinde Hak, ama kalbi daha put!" (M. Akif)


Teessürle, üzülerek ifade etmeliyim ki, İslam, Müslümanlar, her türlü putçuluğun, çirkin hurafelerin içerisinde debelenip durmaktadır! Beni Ümeyye'nin idareyi işgal etmesi ile birlikte, o gündür, bu gündür bir türlü kendimize gelememiş, belimizi doğrultamamış, süklüm-püklüm bir halde, uydurulan, peydahlanan şeyleri din diye, dini emir diye yaşayıp durmaktayız.

Kendimiz de, biliyoruz, en cahilimiz de anlıyor ki, tüm bu yaşananlar din, dini emir, Kur'anî ifade değildir!.. Ama, ne çare ki, mecbur bırakılmışız, hacısı, hocası, okumuşu, okumamışı, bilgini, bilgisizi, aydını, entelektüeli de bu yanlış çığırda yuvarlanıp, asırları tüketmektedir.

Bilhassa, Anadolu toprakları, Türkiye insanları, serapa türbelerin etrafında, yatır ve kabirlerin yanıbaşında, kendinden geçmiş, yaşadığını unutmuş, ha bire yatanlardan istimdat, medet, şefaat, ümid ederek, ellerini sürmekte, sırtını sıvazlatmakta , daha olmadı, kurbanlar, adaklar adayarak, söz konusu makamların etrafını kan gölüne döndürmektedir.

Allah'tan Başkası Adına Kurban Kesmenin Hükmü


" Allah (cc) buyuruyor : "De ki. Namazım, kestiğim kurban, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun hiç bir ortağı yoktur. Müslümanların ilki olarak bununla emrolundum." (En'âm: 162-163)

" Rabbin için namaz kıl, kurban kes." (Kevser: 2)

Ebu Talha (ra) şöyle rivayet etti: Rasulullah ( s.a.s.) bana dört şeyden bahsederken şöyle dedi: " Allah (cc) kendisinden başkası için kurban kesene, ana-babasına lanet edene, kendisine kısas yapılacak kimseyi saklayana, arazilerin hudutlarını değiştirene lanet etmiştir." (Müslim)

adak-koyun-kurban
Yukarıdaki ayeti kerimelerden ve hadisi şeriflerden anlaşılıyor ki: Allah için kurban kesmek tıpkı namaz gibi Allah katında büyük değeri olan bir ibadettir. Nitekim kurban kesmek Kur'an'ı Kerim'de bir kaç yerde namazla beraber zikredilmiştir. 

Allah için kurban kesmek önemli bir ibadet olduğu gibi Allah'tan başkası için kurban kesmek de büyük şirklerdendir. Putlar için, mezarlar için, kendisine fayda sağlayacağını zannettiği ölü veya diri bir kimse için ya da bir kimseye saygı gösterdiğini belli etmek için kurban kesmek büyük şirktir.

Bir Sinek Yüzünden Biri Cennete, Diğeri Cehenneme Girdi


Kurban kesen kişi ister doğrudan doğruya Allah'tan başkasının adını zikrederek kurban kessin, isterse Allah'a yaklaşacağını zannederek Allah'tan başkasının adıyla kurban kessin farketmez, büyük şirk işlemiş ve İslam dininden çıkmış olur. Allah'tan başkası için hayvan kesilirken Allah'ın ismi zikredilse bile bu hayvanın etini yemek haramdır.

Fakat Allah rızasını kazanmak niyetiyle Allah adına kurban kesip; " Allah'ım! Bundan meydana gelen sevabı falan kişiye ver" demek caizdir. Tarık b. Şihab (ra) Rasulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Bir sinek yüzünden adamın biri cennete,diğeri de cehenneme girdi." Sahabeler: "Bu nasıl oldu ey Allah'ın Rasulü?" dediler. Rasullulah şöyle buyurdu:

"İkisi beraber bir şehre uğradılar. Bu şehir halkının oradan her geçenin mutlaka kurban takdim etmesi gereken bir putları vardı. Birine: "Bir kurban takdim et" dediler. O da: "Takdim edecek hiç bir şeyim yok ki" dedi. Onlar da: " Hiç değilse bir sinek takdim et" dediler. O da bir sinek takdim etti, yolunu açtılar, serbest bıraktılar. Allah (cc) o kişiyi bu amelinden dolayı cehenneme soktu. Diğerine. "Sen de takdim et" dediler. O da: "Allah'tan başka hiç bir şeye sinek dahi takdim etmem" dedi. Boynunu vurdular. Ve o adam bu yüzden cennete girdi." (Ahmed)

Bu hadisten anlaşılıyor ki sırf başkalarının kötülüğünden korunmak için Allah'tan başkasına, istemeyerek ve kıymetsiz bir hayvanı dahi olsa kurban etmek, insanın cehenneme girmesine sebep olur. Bu da bir sinekle dahi olsa bile Allaha şirk koşmanın ne kadar büyük haram olduğunu gösteriyor. 

Diğer kişinin ölümü göze alıp imanında sebat etmesi mü'minlerin şirke karşı tutumlarına çok güzel bir örnektir. Mü'minlerin şirkten şiddetle kaçınmaları ve şirke düşmemeye dikkat etmeleri imanın bir şartıdır. Çünkü insan bilmeden de olsa, cehenneme girmesine sebep olabilecek bir şirk işleyebilir. 

Cehenneme giren kişi Müslümandı ve daha önce cehenneme girmesine sebep olabilecek bir amel işlememişti. Çünkü Rasulullah (s.a.s) " Bir sinek yüzünden cehenneme girdi." buyurmuştur. 

Müslümanların hayır ve şer hiç bir ameli küçümsememeleri gerekir. Zira müşrikler bile işlerin ne maksatla yapıldığına önem verirler. Böyle olmasaydı müşrikler adamı bir sinek kurban ettiği için asmazlardı."

Hakikaten, Türkiye coğrafyasını baştan sona gezecek, görecek olsak, nelere şahit, ne tür rezaletle karşılaşır, neler müşahade ederiz. Tabii ki, millet olarak, kitle olarak kabirlerimizde olacak, türbe ve yatırlarımız da bulunacaktır!.. Bu hususa, kimsenin bir söz demeye, eleştirmeye hakkı ve hukuku bulunmamaktadır.

Lakin, mes'elenin garip olan tarafı şudur: İnsanlarımızın, oralara giderek veya kurban adayarak türbe-yatır çevrelerinde adaklarını kesmeleri, kesilen kurbanın kanlarını zikredilen mahallere sürtmeleridir. Sonra da, " Ey türbe!.. Ey Kabir sahibi!.. Bak!.. Bizler, sana geldik, senin yanında kurbanlarımızı kestik, bunu bizden kabul buyur!" dercesine ricada bulunmaları, yardım istemeleridir.

Çünkü, bu tür bir eylem ve amel, ne Rasulullah (sav)'in , nede Sahabe-i kiram devirlerinde vuku bulmamıştır!.. İnsanımız, ne zaman Kur'an Müslümanlığından uzaklaşmaya başladılar, rivayet kültürlerinin, " dedim" "dedi"lerin kurbanı oldular, camii kürsülerinde hikayeler anlatılmaya başlandı işte, o tarihten bu yana mevzu bahis edilen yerlerde bu çirkinlikler, böylesi şirkler işlenmeye başlanmış oldu.

Hollanda ülkesinde, yakinen tanıdığım bir dostum vardır. Evladı, ne zaman bir kaza geçirse, ne zaman çocuk bisikletten düşmüş olsa, hemen, hanımına, " Çabuk olun, bir kurban kesin de çocuk bir daha kaza geçirmesin" telkinini, tembihini hiç bir zaman unutmam. Oysa,

Adak kurbanlarını yerine getirmek dini, vacib olan bir vecibedir!.. Adak yapılırsa, adak sahibinin sözünü yerine getirmesi, kurban kesmesi lazımdır. Bundan umulacak fayda sadaka sevabıdır!.. Fakirlerin, olmayan muhtaç insanların müstefid olmalarıdır. Ama, bunu tutar da, " Çocuk, bir daha düşmesin, ayağı, başı yarılmasın" amacıyla kurban kesilirse, sonucu ağır olacak.. Çocuk, ikinci, üçüncü kez kaza geçirdiği vakit, inkar, red başlamış olacaktır.

Kabir, mezar, türbe, yatır başlarında kesilmekte olan kurban kesme ameliyeleri benim nazari dikkatimi çekmektedir. Daha doğrusu benim imani, vicdani açıdan hoşuma gitmemektedir!..
Bir kere, türbe ve yatır yanları, kurban kesme mahalli değildir!.. Kabir niçin ziyaret edilir? Tabii ki, orada medfun bulunan zata selam verilir, dua edilir ve o makamdan, o yerden ibret alınır, dünyanın fani olduğu düşünülür, ölüm hatırlanmış olunur.

Ama, böyle yapmayıp da, kabirlerden, yardım, medet, istimdat beklenirse, bu tavır, şirk değil de ne olabilir?

Aslında, insanlarımızı bu tür şirk vari şeylerden kurtarmak için, cami kürsülerimizde, minberlerinde bunun üzerinde durulması, anlatılması gerekir. Hem de, bıkmadan, usanmadan, bıkkınlık getirmeden anlatmak, izah etmek en büyük hizmet olacaktır.

Yani, günümüz Müslümanlarının, Kur'an'a yönelmesi, onu çok çok okuması, anlaması ve yaşaması şer'î bir zorunluluktur!.. Onu ne kadar çok okur, anlar ve yaşamış olursak, vallahi, şirkin kapısı kapanacak, hurafelerin çoğalma alanları tıkanmış olacaktır.

Rabbim!.. Aziz milletimize, Kur'anî bilinç nasip eylesin. Selam ve dua ile.

Şerafettin Özdemir

9 Nisan 2015 Perşembe

Sami Yusuf 2015 Türkiye Turu (Konya ,Ankara, Erzurum, Kocaeli, Gaziantep)

Sami Yusuf Konya Konseri
Sami Yusuf; "Her zaman Türkiye'de bir konser turu gerçekleştirmek için benim bir rüya olmuştur. Sonunda bu dileğim gerçek oldu. Biz şu tarihlerde Türkiye'de canlı performans vereceğiz, orada buluşmak dileğiyle"

Sami Yusuf, 10 Nisan ve 19 Nisan arasında Türkiye'de konserler vermeye geliyor.

Twitter'dan #2015LiveInTurkey hastagıyla Sami Yusuf resmi twitter hesabından ve Facebook sayfasından duruyulan konser turunda, Konya, Erzurum, Kocaeli, Gaziantep canlı performansları yer alıyor.

Konserlerin detaylı bilgilerine, yer ve zamanına aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz;

Konya - Konya Büyük Şehir Belediyesi Spor ve Kongre Merkezi (10 Nisan)
Ankara (14 Nisan)
Erzurum - Havuzbaşı Meydanı (17 Nisan)
Kocaeli - Gebze Alaaddin Kurt Stadyumu (18 Nisan)
Gaziantep - Şahinbey Spor Salonu / Karataş (19 Nisan).

Sami Yusuf 2015 Türkiye Turu konserlerinin detaylı bilgilerine ve bilet alım işlemlerine ulaşmak için http://www.samiyusufofficial.com/main/tour adresini ziyaret edebilirsiniz.

7 Nisan 2015 Salı

Sami Yusuf - Lament (Yakarış) Video Klibi Yayınlandı

Sami Yusuf
Sami Yusuf'un geçtiğimiz yıl çıkardığı "The Center" albümünün sevilen parçası "Lament" Türkçesiyle "Yakarış" adlı parçasına çekilen yeni klibi yayınlandı.

Lament adlı parçada Ağıt türü müzikte yaptığı eserleriyle tanınmış Endülüs Muhyiddin İbn Arabi'nin sözlerini kullanan Sami Yusuf, bu türde yeni bir düzenlemenin ve bakış açısının kullanıldığını belirtmişti.

Tamamen Sami Yusuf tarafından gerçekleştirilen, bu sanatsal ve geleneksel-odaklı parçayı dinlemek ve video klibi izlemek için aşağıdaki bağlantıyı kullanabilirsiniz.

Sami Yusuf - Lament (Yakarış) videosunu 2160p, 1080p çözünürlükte izlemeyebilirsiniz:

Sami Yusuf - The Gift of Love adlı yeni parçası çıktı ! dinlemek için tıklayın

Sami Yusuf İstanbul'da ! Haberin devamı için tıklayın

5 Nisan 2015 Pazar

Hurafeler İslamiyet'e Nasıl Girmiştir ?

Hurafeler
"Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, derlerdi." (Zuhruf sûresi, âyet 23)

Dün olduğu gibi, bu günde, Müslümanları içten içe koflaştıran, çürüten, gayesiz, işlevsiz hale getiren çirkin hurafelerin, İslam'ın bünyesine nasıl girdiğini, nerelerde barındığını, uygun ortam bulduğunu açıklamaya çalışacağım.

Bir kere, hurafe denilen saçma fikirler, düşünceler ve ameller, Müslüman kesimlerin okumamasından, cahillikten ve cehaletten nemalanmakta, barınma, çoğalma, yaşama alanları bulmaktadır.

Hurafelerin bünyemize giriş menfezleri, her yerde göze çarpmakta, camilerden tutunda, Kabe'ye hacca gitmiş hacı kardeşlerde bile tezahür etmektedir!

Örneğin; Türbelerin etraflarını ülkemizde tavaf edenler olduğu gibi, kutsal yerlerde de, Suriye'de, Irak'ta ve Hicaz bölgesinde de, türbe perestliğin canlılığını koruduğu, türbelerden, yatırlardan onlara tapınırcasına istimdat, himmet, yardım, şefaat, dilek, taleplerde bulunulduğu bilinen bir gerçektir.

Türbeyi Tavaf Ediyoruz (!)


Hiç unutamadığım bir olay; 1983 yılında Irak ülkesi üzerinden Hacca gitmiştim. Bağdat şehri, Azamiye mahallesinde dinlenme molası vererek, İmamı Azam'ı ziyaret etmiştik.. Mola bitti, namazlar kılındı, otobüsler hareket etmek üzeredir. Ama, gelin görün ki, iki hacımız eksiktir.

Anons yapıyorum, sesleniyorum, gelen-giden yoktur. Yeniden mescide koştum. İçeri girdiğim zaman, bir de ne göreyim, bizim iki hacı adayı, karı-koca, İmamı Azam türbesinin etrafında tavaf yapmaktadırlar. Öfkelensem, bağırsam, çağırsam ne işe yarayacaktır? 

Dedim ki: "Yahu hacı efendiler. Siz burada ne yapıyorsunuz, ibadetiniz daha bitmedi mi?" demem üzerine, hacı adayları karı-koca ne dese beğenirsiniz? "Hocam! Türbenin etrafında beş altı defa döndük, iki defa daha dönersek, türbeyi tavaf etmemiz bitecektir (!)" dediler.

Bu noktadan hareketle, şunu demek istiyorum: Dünkü zamanlar da, Irak ülkesi mahvı perişan olurken, ırzı, iyali, namusu, iffeti ayak altı olurken, ülke olarak komşumuz Suriye talan edilirken, taş taş üstünde bırakılmazken, son birkaç günden bu yana, Yemen ülkesinin, insanlarının başlarına yağdırılan bombalar, uçaklar, ölüm kusan mermiler niçin Yemen insanını serapa yerlere sermiştir? 

Benim bildiğim, zannım, yorumum, anlamam şudur: Mezhep bağnazlığı, Sünni-Şia kavgası, Aşiretçilik, nefsaniyetçilik, İslam'ı anlamama, bilmeme yüzündendir, diyorum. İsterseniz, " Gönül gel gidelim" başlıklı şiirimden bir kaç kıta alarak, yolumuza, mevzumuza devam edelim:

Para Atma
"Kerkük'te feryat var, içler acısı,
Karabağ kan ağlar, dinmez sancısı,
Çeçen, Azeri'nin, hoca, hacısı,
Gönül, gel gidelim, Taşkent'e doğru.

Türkiye'm, Hazar'la, kucak kucağa,
Özdemir, uyarır, gelmen tuzağa,
Sarılın, birleşin, gitmen uzağa,
Gönül gel gidelim, Vahdete doğru.." ( Ş. Özdemir)

Evet, vahdeti, birliği, bütünlüğü, kardeşliği kaybettik. Niçin kaybettik? Çünkü, hurafeler, dört bir yanımızı sardı, sarmaladı, gırtlağımızdan sıkarak, Müslümanları nefes alamaz hale getirdi de onun için. Şu alıntımı birlikte teati edelim:

" Şirkin bir ateizm olduğunu sanmak veya iddia etmek: Kur'an Mekke müşriklerinin Allah'ı kabul ettiklerini açıkça bildirmektedir. " Onlara gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş'i ve Ay'ı kim boyun eğdirdi?' diye sorsan, mutlaka şöyle diyeceklerdir: 'Allah'. Peki nasıl oluyor da döndürülüyorlar?" (Ankebut 61,63. Ayrıca bakınız Lukman 25, Zümer 38, Zuhruf 9, 87)
Kaldı ki Arap cahiliye şiirinde Allah bütün yüceliği ve aşkınlığı ile yer almıştır. Müşriklerin Allah'a karşı tavırları asla söz konusu değildir. Onların tevhit inancı ve peygamberleriyle problemleri Allah'ın yanına-yöresine ekledikleri aracı-şefaatçı alt-ilahlarının yok sayılmasından kaynaklanmaktadır.
Bu alt- ilahları yok saydığı içindir ki, Hz. Peygamberi atalar dinine ihanet etmekle suçladılar. Mekke müşrikleri kendilerini Allah'ı yakınları ve Beytullah'ın gerçek hizmetçileri sayıyor, bununla övünüyorlardı. Hz. Peygamber ve arkadaşlarını ise Beytullah'a musallat olmuş zındıklar olarak görüyorlardı.
Kısacası şirkin Allah'ı inkara ilişkin hiç bir sözü ve tavrı yoktur. Onun şikayeti, insanın Allah'a kulluğunda aracı, cennete gidişinde şefaatçı olarak görüp devreye soktuğu alt-ilahların kabul edilmemesidir. kişi, kavram, kurum, kudret ve nesne olarak değişik görünümleri ve sembolleri olan bu aracılar kabul edildiği anda şirkin peygamberler ve tanrısal kitaplarla hiç bir alıp vereceği kalmıyor. Ne var ki böyle bir kabul, peygamberlerin tanıttığı dinin inkarı oluyor.
Şirkin bir dinsizlik olduğunu sanmak veya iddia etmek: Bu da büyük bir yanılgıdır, yanlış bilgidir. Kur'an şirki bir din olarak anmakta ve tanıtmaktadır. Hem de zorlu ve köklü bir dindir şirk. (bk. Kafirun Suresi)
Müşrikler dinsiz insanlar değildir, Hak dinin veya nübüvvetin tanıttığı dinin dışında bir din benimseyen insanlardır. Onlar kendi dinleri içinde dindar insanlardır. Kur'an onların Beytullah içindeki namazlarından bahsetmektedir.
Ama bu namaz tevhit ölçülerinin dışına çıkarılmış bir namazdır. Dahası var: Müşrikler, Beytullah'ta ibadet etmenin kendi hakları olduğunu söyleyerek Hz. Muhammed'i oraya sokmamak istemişlerdi. Hz. Muhammed onlara göre, atalar dinine kötülük etmiş bir zındıktır; Kabe'ye girmemeli, orada ibadet etmemelidir. Orada ibadet, oraya hizmet ancak ataların dinine saygısı olanların hakkıdır." ( kurantevhitsunnet)
Demek ki, bu yanlış anlaşılma, Kur'ansızlık, atalarcılık, dedelercilik, kabircilik, yatırcılık, dün ne kadar toplumda etkisini, ağırlığını göstermiş ise, bu günde, yarında aynen gösterecektir..Onun içindir ki, bizler millet olarak, gelenekleri dinleştirmiş, atalarcılığı Kur'an'laştırmış, örfü, adetleri Kur'an'ın üzerine çıkarmış bir milletiz.

Örneğin, Ölü ruhlarına mevlid okumak ne demektir? Her namazların arkasından tesbih çevirmek, tesbih yuvarlamak neyin nesidir? Cuma günleri, Cuma namazından sonra, " Ey Rabbim!.. Sen, benim cuma namazımı kabul etmezsen, bende zühr-i ahir adıyla bir namaz daha kılacağım" demek Kur'an'ın neresinde mevcuttur?

Maşallah!.. İmamlarımız, yarış yaparcasına, kandil gecelerinde (!), yarış yaparcasına, cemaatlere " Tesbih Namazı" " Berat Namazı" " Kadir Namazı" " Regaaib Namazı" " Miraç Namazı" kıldırmaktadırlar, akabinde, 21 yasin, 40 yasin diyerek o geceleri sabaha kadar, ilimsiz, irfansız, Kur'an'sız bir şekilde geçirmektedirler.. Desem ki, tüm bunları Resulullah (sav) ve sahabe-i kiram icra etmiş midir? sözünü söylesem, vallahi, atalarcı cemaatler, küplere binecek, hiddetlenip, sağı-solu yıkacaklardır.

Ne demek? Tesbihe saldırmak, onun Budistlerden gelmiş olduğunu söylemek, hangi yazarın, aydının, Kur'an adamının işidir? Şimdi, soruyorum: Kur'an mı, mezhepler mi? Elbette ki, okumamış, mezhepleri, mezhep imamlarını Peygamberin üzerine çıkarmış alt kültüre mensup cemaatler, insanlar, " mezhepler, olmazsa dinde olmaz, Müslümanlık da olmaz" diyeceklerdir!..

Mezhepler; Kur'an'ın üzerine çıkarılırsa, çıkarılmış ise, öyledir. Bugün, Suudi Arabistan'ın, Yemen'i, Yemenli garibanı bombalaması haklıdır!.. Çünkü, Vehhabilik denilen canavar düşüncede, Şia'ya, Sünniliğe müsamaha yoktur, olmamaktadır.

İranlı, ehli Şia'da öyledir!.. Her cuma günü kendilerini bir şey zanneden Ayatullahlar, hutbeye çıktığı an, Hz. Ebu Bekir (ra)'a, Hz. Ömer (ra)'a vb. mümtaz insanlara dil uzatmaları şaşkınlığın, rezilliğin, kepazeliğin daniskasıdır.

Ya ülkemiz de? Alevilik, Sünnilik sürtüşmeleri, kavgaları, öldürmeleri, ölmeleri bilinen bir gerçektir!.. Dünkü zamanlar da, mideleri bulandıran K. Maraş olayları, Madımak cinayetleri, Başbağlar çirkinliği, Çorum vb. yerlerdeki utanmazlıklar, bu hususların canlı şahitleri olan olaylardır.

Tabii ki, Yemen ülkesinde bir kabahat, bir günah işleniyorsa, bu günahı, tüm Müslüman ülkelerin önlemesi, Yemen'linin kulağını çekmesi, hizaya getirmesi gerekirdi. Ama, ne acı ki, Hristiyanlar, bu hizaya getirme, terbiye etme işlerini çok çok güzel bir şekilde yapmaktadırlar(!)

İslam ülkeleri bombalanıyor, mağdur, aç, geri kalmış insanların tepelerine bombalar yağmur gibi yağdırılmaktadır. O halde, kim haklı, kim suçludur?.. Tabii ki, haklıyı bulmak mümkün olmasa da, tüm alemi İslam'daki , okumuşlar, ilim adamları, Kur'an insanları suçludur ve günahkardır. Söz konusu bu cinayetlerde, yarın huzuru İlahi de karşılarına çıkacaktır. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir

4 Nisan 2015 Cumartesi

Muska Ve Nazarlık Takmak Nedir, Ne Değildir ?

Nazar Boncuğu, Nazarlık
Tevbe edelim

" Tevbe bir inkılâb, hem de kurtuluş,
Boy boy günahlara, tevbe edelim.
İnsanın, Hakk'a kaçışıdır, kurtuluş,
Çirkeften sıyrılıp, tevbe edelim.
x
Yiğitçe bir dönüş, kinden, günahtan,
Nadim ve pişmanım, demek günahtan,
Kaçış, o kaçıştır, zandan, bühtandan,
Hakk'a kurbiyyete, tevbe edelim." ( Ş. Özdemir)

Ne yapsam, ne etsem, nasıl bir çalışma yapsam ki, kendi gücüm nisbetinde insanımızı şirkten, nifaktan, hurafeden, bid'atten, tüm günah bataklığından kurtulması için çalışma yapsam? Gün geçmiyor ki, insanımız her an, her dem bir hurafe uydurmasın, piyasaya sürmesin. Kimileri, Urfa balıklı göldeki balıkları bile Kıbrıs harekatına gönderirken, onların yani balıkların yaralandığından gazi olduğundan söz ederken, kimileri de, ölmüş balıklarını dini törenlerle , telkinlerle, cenaze namazları kıldırarak defnetmektedirler.

Aman Allah'ım!.. Nasıl bir dünyada, ne şekil bir Türkiye'de yaşamaktayız? Yüz bin din görevlisinin beş vakit hizmet etmiş olduğu bir toplum, camii kürsülerinde harıl harıl vaazların verildiği, insanların irşad ve irfan sahibi yapılmaya çalışıldığı bir vatan parçası!..
Ama, gelin görün ki, hanımları cuma namazlarından kovulan, dışarı atılan memleket. Cuma günleri hanım cemaatlere ayrılan camii mahfillerinin bile erkekler tarafından işgal edilmiş olduğu Müslüman bir ülke.

Muska ve nazarlıklar

" Ebu Beşir el- Ensari (ra) şöyle rivayet etti: "Rasulullah (s.a.s) ile bir yolculuğunda beraberdim. Gördüğü her devenin boynunda bulunan halka, boncuk veya bunun gibi ne bulunursa koparması için bir elçi gönderdi." ( Buhari-Müslim)
İbn- Mes'ud (ra) şöyle rivayet etti: Rasulullah (s.a.s)'ın şöyle dedğini duydum: " Ruk'a, Temaim ve Tevle şirklerdendir." (Ahmed, Ebu Davud)

Ruk'a: Muska ile veya tılsımlı söz ve şekillerle hastalıkları tedavi etmeye çalışmaktır. Çok kere bu söz ve şekillerin manası anlaşılamaz. Temaim: Nazardan korunmak için takılan boncuk ve nazarlıklardır.
Muska şeklinde kişinin üstünde bulundurmasına sahabeler izin vermiş bazıları vermemiştir. Abdullah b. Mes'ud (ra) izin vermeyen sahabeler arasındadır.
Bir insan zarardan korunmak veya fayda sağlamak amacıyla bir şey takarsa, Allah (cc) o kişinin isteğinin yerine getirilmesini taktığı şeye bırakır. Nazar boncuğu gibi şeyleri takıldığı yerden çıkarmak büyük sevaptır." 

Köylü çocuğu olduğum için, yukarıda anlatılan hususlara daha çok rast geliyor, hayretimi mucib kılıyordu. 12-13 yaş arası bir devrede iken bir gün; köyden üç-dört kilometre ötelerde bulunan bağımıza üzüm kesmeye, evimize getirmeye gönderilmiştim. 

Bağımıza girdiğim bir anda, karşımda, bir sopanın (sırığın) ucuna takılmış, bir ölmüş köpek kafası görmüş oldum. Çocukluğun vermiş olduğu heyecanla korkmadım desem yanlış olacak. Çekine çekine, ürke ürke o sopanın üzerinde bulunan köpek kafasının yanına gittim.

Hiç bir şey anlayamadım. Üzümleri keserek eve gelmiş oldum. Ama, kafamdaki istifham, görmüş olduğum köpek kafası idi!.. Heyecanla, birazda tedirgin rahmetli babama anlattım durumu. Merhum katıla katıla gülmeye başladı.. Dedi ki:

-" Oğlum!.. O köpek kafasını ben taktım!.. Çünkü, maşallah!.. Bağın üzümleri dolu doludur!.. Birilerinin gözü değmesin, nazar olmasın diye taktım. Eğer birisi, bağımıza girecek olsa, ilk anda göreceği şey, köpek kafası olacağından, gözünün şuasını, şiddetini, tehlikesini , o, köpek kafası tesirsiz hale getireceğinden, onun gözleri zararsız bir duruma gelecektir." dedi.
İnandım ve inandırıldım!.. Gel zaman, git zaman sonra, bir gün merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın meşhur tefsirini incelerken, aynı konuya tesadüf ettim, ve rahmetli babamı dualarla, fatihalarla andım. 

İşte, Anadolu insanı budur ve böyledir!.. Asırlardan beri, Kur'an okumamış, okutturulmamış, meal görmemiş, tefsir okumamış, kaynak kitaplardan mahrum yaşamış insandır!.. Evlerde, köy odalarında, Battal Gazi Destanı ile, Kan Kalesi, Kesik Baş ile, Muhammediye, Ahmediye ile, Mevlid kitabı ile kış günlerini geçirmiş insandır!..

Köylerde, imamlık hizmeti yapan mollalar, latin harflerini bilmeyen, okur-yazar olmayan, sadece, Osmanlıca Mızraklı ilmihal kitabı ile imamlık yapan insanlardı!.. Diğer taraftan, bu insanlar, bir dönem devletin takibine maruz kalmış, zulme, işkenceye maruz kalmış, zaman zaman hapishaneyi boylamış insanlardı. Dolayısıyla;

Her hani bir dileğin kabul olması maksadıyla türbe, ağaç gibi şeylere el sürmenin hükmü:

" Allah (cc) şöyle buyuruyor: " Gördün mü Lat ve Uzza'yı ve üçüncü put olan Menat'i? Her hangi bir güçleri var mı?" ( Necm: 19-20) 

Lat: Beyaz bir kaya parçası idi. Üzerinde bir takım nakışlar vardı. Taif de onun adına bir mabed yapılmıştı. Ve bu mabedin özel hizmetçileri bulunuyordu. Mabedin çevresinde muazzam bir boşluk vardı. Taifliler yani Sakif kabilesi ve onlara uyanlar. Kureyş'in dışındaki arap kabilelerine karşı bu putla öğünürlerdi. 

Buhari, İbn Abbas (ra)' nun Lat hakkında şöyle dediğini rivayet ediyor: Adamın biri beyaz bir kayanın yanında arpa ve buğdaydan yemek yapıp yağla beraber hacca gelen insanlara satardı. Bundan kim yerse şişmanlardı. Bu adam ölünce Sakif kabilesi bu adama hürmet olsun diye bu beyaz kayaya tapmaya başladılar. 

Rasulullah (s.a.s) Mekke'nin fethinden sonra Muğire b. Şu'be (ra)'yu Lat'ı yıkmak için gönderdi.
Uzza: Ağaçtan yapılmış bir puttu. Üzeri hurma dallarıyla örtülü, çevresi duvarlarla çevriliydi. Mekke ve Taif arasında bulunuyordu. Kureyşliler Uzza'ya da saygı gösterirlerdi. Uhud günü Ebu Süfyan: " Bizim Uzzamız var sizin ise yok." diye seslenmiş bunun üzerine Rasulullah (s.a.s): " Bizim mevlamız Allah'tır. Sizin ise mevlanız yok." deyin, diye buyurmuştur.

Ebu Tufeyl (ra) şöyle rivayet etti: Rasulullah (s.a.s.) Mekke'yi fethettikten sonra Halid b. Velid'i içinde Uzza olan bir ağaca gönderdi. Uzza üç ağaç üzerine konmuştu. Bunları kesti ve üzerine konulan şeyi yıktı. Sonra Rasulullah (s.as.) 'in yanına dönerek yaptıklarını anlattı.

Rasulullah (s.a.s.) dedi ki: " Dön, sen gerekenleri yapmadın." Bu putun kahinleri Halid b. Velid'in döndüğünü görünce dağa bakarak: " Ey Uzza! Ey Uzza!" dediler. Halid b. Velid Uzza'nın bulunduğu yere gelince çıplak, saçı dağınık bir kadın gördü. Kadın yerden toprak alıp başına saçıyordu. Halid b. Velid bu kadını kılıçla öldürdü. Sonra Rasulullah (s.a.s.)'e dönerek olayı anlattı. Rasulullah (s.a.s) ise: " Senin öldürmüş olduğun Uzza'dır" buyurdular." ( Nesai-İbn Merduyeh)

Menat: Mekke ile Medine arasında Kadit denilen yerde idi. Medine'de bulunan Huzaa , Evs ve Hazreç kabileleri cahiliyet devirlerinde ona saygı gösterir ve oradan geçerek haccetmek üzere Kâbe'ye giderlerdi. Mekke'nin fethinde Menat'ı yıkmak için Rasulullah (s.a.s) Ali (ra)'hı gönderdi.
Arap yarımadasında çeşitli kabilelerin saygı gösterdikleri daha başka bir çok putlar vardı. Fakat içlerinden en ünlüsü bu üçü idi. Lat, Uzza ve Menat'a tapan kişiler bunları herhangi bir taş veya herhangi bir ağaç olarak görüp tapınıyorlardı. Bu ağacın yanında salih bir kişinin veya bir velinin mezarının bulunduğuna inanıyorlardı.

Mesela; Uzza'nın bulunduğu yerde salih bir kadının gömülü olduğuna inanıyorlardı. Bundan dolayı bu putlara saygı gösterip hürmet ettiklerinde bereket olacağına, sıkıntı anında onlardan yardım istediklerinde sıkıntılarının giderileceğine veya ihtiyaç anında onları yardımlarına çağırdıklarında kendilerine yardım edileceğine inanıyorlardı.

Salih insanların mezarına bereket olsun diye el sürenler veya bir dileğinin olması için ölmüş salih kimselerden yardım isteyenler Lat'a tapanlar gibidir. Herhangi bir ağacı kutsal sayan, onu bereket sebebi olarak gören, dileğinin yerine gelmesi için o ağacın çevresinde bir takım hareketler yapan kimseler, Uzza ve Menat'a tapanlar gibidirler.

Herhangi bir ağacı kutsal sayan, onu bereket sebebi olarak gören, dileğinin yerine gelmesi için o ağacın çevresinde bir takım hareketler yapan kimseler, Uzza ve Menat'a tapanlar gibidir. Ebi Vakid el-Leysi (ra) şöyle rivayet etti:

" Rasulullah (s.a.s.) ile birlikte Huneyn savaşına çıktık. Biz küfür ve şirk aleminden henüz yeni ayrılmıştık. Müşriklerin Zat-ü Envat adı verilen büyük bir ağacı vardı. Kılıçlarını savaşın onlara zafer getirmesi için bu ağaca asarlardı. Böyle bir ağacın yanından geçtik ve Rasulullah (s.a.s.)'e şöyle dedik;

" Ey Allah'ın Rasulü! Bize de Zat-ü Envat gibi bir ağaç tayin et de kılıçlarımızı ona asalım:
Rasulullah (s.a.s) : " Allah-u Ekber! Yine aynı yol, yemin ederim ki İsrailoğullarının Musa'ya: " Ey Musa! Onların ilahları gibi bize de bir ilah yap" dedikleri gibi dediniz. Siz muhakkak sizden öncekilerin yaptıkları gibi yapacaksınız." ( Ahmed ve Tirmizi rivayet edip sahih dediler)" ( rkvekfr.blogspot. )

Ne acı ki, milletimiz bin yıldan buyana, ağaçlara çaput asmayı, mavi boncuk takmayı, kabirlerde mum yakmayı, onlardan yardım istemeyi ibadetleştirmiş, Kur'an'ın, İslam'ın tüm emirlerine karşı isyan ederek, kendi yanlarından, kendi düşünce ve kafalarından bir din icat etmişlerdir.

Muska yazmak, cin kovalamak amacıyla, mahalle aralarında, köşelerde, bucaklarda bir takım zavallı, cahil, hödük insanlar muska adına insanları kandırmakta, çıkar peşinde koşmaktadırlar!..
Bir kere, bu mevzuda ne kadar yasalar çıkarılırsa çıkarılsın, ne kadar yaptırımlar, müeyyideler uygulanırsa uygulansın, hırsızı, arsızı, muskacıyı önlemek mümkün değildir. Çünkü, vicdani duygular pörsümüş ise, insanları muska yazarak, cin kaçırarak korkutmak bir araç, bir vasıta haline dönüşmüş ise, bunu önlemek ancak bir öneri ile mümkündür. Kitleleri bilgilendirmek, insanları Kur'an'a yöneltmekle mümkündür.

Aksi halde, muska , cindar, cin kovalama, nazar, nazardan korunma vehimleri bitmemek üzere devam edecektir.
Şerafettin Özdemir